Перевод: со всех языков на все языки

со всех языков на все языки

üst gelmek

  • 1 üst gelmek

    Türkçe-rusça sözlük > üst gelmek

  • 2 üst

    üst <- >
    1. subst Oberseite f, obere(r) Teil; Außenseite f; Oberfläche f; (Ober)Kleidung f; Rest m, das Übriggebliebene;
    üst baş Kleidung f, Zeug n;
    üst fırçası Kleiderbürste f;
    -e üst gelmek fam fig jemanden unterkriegen;
    üste çıkmak fam noch einmal davonkommen;
    -in üstünü doldurmak anfüllen;
    üstünü değiştirmek sich umziehen;
    üstünüze afiyet (oder sağlık) mögen Sie von der Krankheit usw verschont bleiben!
    2. adj Ober-;
    -in üst başı obere(r) Teil;
    üst taraf obere Seite; Einleitung f (eines Artikels);
    -in üst tarafı das Weitere; Rest m;
    üst üste aufeinander; nacheinander; immer wieder;
    en üst oberst-
    3. postpos üstü Zeit gegen A, zu D, bei D;
    yemek üstü zum Essen;
    insan üstü übermenschlich;
    -in üstünde durmak sich konzentrieren auf A;
    -in üstünden über … A hinweg;
    üstüne: z.B. çay üstüne çay eine Tasse Tee nach der anderen;
    -i üstüne almak fig übernehmen A; Mantel usw überziehen;
    -in üstüne basa basa söylemek klar und deutlich sagen;
    üstüne düşmek beharrlich betreiben A; sich befassen mit D;
    -in üstüne düşmek jemanden sich kümmern um;
    -in üstüne oturmak sich D unter den Nagel reißen A;
    -in üstüne titremek sich sehr sorgen um;
    -in üstüne toz kondurmamak auf jemanden nichts kommen lassen, jemanden in Schutz nehmen

    Türkçe-Almanca sözlük > üst

  • 3 üst çıkmak

    = üst gelmek победи́ть, одержа́ть побе́ду; стать победи́телем

    Türkçe-rusça sözlük > üst çıkmak

  • 4 üst

    1.
    1) ве́рхняя часть, верх (чего-л.)

    üste — наве́рх, вверх

    üstte — наверху́

    üstten — а) све́рху; б) пове́рхностно, неглубоко́

    evin üstü — верх / ве́рхняя часть до́ма

    2) пове́рхность

    masanın üstü toz içinde — на столе́ пыль

    toprağın / yerin üstü — пове́рхность земли́

    3) оде́жда

    üstünü değiştirmek — поменя́ть оде́жду, переоде́ться

    üstü pek kirli — он о́чень гря́зный, он в о́чень гря́зной оде́жде

    4) разг. ста́рший по слу́жбе, нача́льник

    üstler — нача́льство, верхи́

    5) изли́шек, оста́ток; сда́ча

    üstü kalsın — сда́чи не на́до

    yüz liranın üstünü verebilir misiniz? — вы мо́жете дать сда́чу со ста лир?

    2.
    1) ве́рхний

    pınarın üst yanında — в верхо́вьях родника́, у исто́ков родника́

    2) ста́рший (по званию, должности, служебному положению)

    üst komutanlarвоен. ста́рший нача́льствующий соста́в, ста́рший комсоста́в

    üst makam — вы́сшая власть, вы́сшее нача́льство

    3.
    в функции служ. имени

    Ahmet artık kırk üstünde olmalı — Ахме́ду, должно́ быть, бо́лее сорока́ [лет]

    üstümde para yok — при мне нет де́нег, у меня́ с собо́й де́нег нет

    çay üstüne çay içmek — пить чай ча́шку за ча́шкой

    tel üstüne tel çekmek — посыла́ть одну́ телегра́мму за друго́й; по по́воду чего, о чём

    bu şey üstüne bilgi vermek — дава́ть све́дения / информа́цию о чём

    üstü(в сочетании со словами, обозначающими время) под, к, о́коло

    akşam üstü — под ве́чер, к ве́черу

    bayram üstü — под пра́здники

    yemek üstü — к обе́ду

    ••

    üstündeki üstünde, başındaki başında — погов. в чем мать родила́, без оде́жды

    - üstüne almak
    - üstünden atmak
    - üstüne atmak
    - üst başı
    - köyün üst başındaki pınar yerine çıktılar
    - üstüne basmak
    - üstü başı dökülmek
    - üstüne başına etmek
    - üstüne bir bardak soğuk su içmek
    - üstüne bir iki güneş doğmak
    - üstüne çekmek
    - üstüne çevirmek
    - üst çıkmak
    - üst gelmek
    - üste çıkmak
    - üstünde dökülmek
    - üstünde durmak
    - üstüne düşmek
    - üstüne evlenmek
    - üstüne fenalık gelmek
    - üstüne geçirmek
    - üstünden geçmek
    - üstüne gelmek
    - üstüne gitmek
    - üstünü görmek
    - üstüne gül koklamamak
    - üstüne güneş doğmamak
    - üstünde hakkı olmak
    - üstünde kalmak
    - üstüne kalmak
    - üstüne kapanmak
    - üstüne koymak
    - üstüne kuş kondurmamak
    - üstüne olmuyor
    - üstüne oturmak
    - üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi
    - üstüne perde çekmek
    - üst perdeden konuşmak
    - üstüne sevmek
    - üstüne titremek
    - üstüne toz kondurmamak
    - üstüne tuz biber ekmek
    - üstüne üstüne gitmek
    - üstüne varmak
    - üstüne yaptırmak
    - üstüne yatmak
    - üstüne yıkmak / yıkılmak
    - üstüne yok
    - üstüne yormak
    - üstüne yüklenmek
    - üstüne yürümek
    - üstüne / üstünüze afiyet!
    - üstüne / üstünüze iyilik sağlık!
    - üstüne / üstünüze sağlık ve şıfalar!

    Türkçe-rusça sözlük > üst

  • 5 üst

    ",-tü 1. upper surface, top: Kütüğün üstüne oturdu. She sat down on the log. 2. space over or above: Üstümde ay parlıyordu. The moon was shining above me. 3. clothes: Üstünü kirletme ha! Don´t get your clothes dirty, you hear? 4. (a) superior, (a) boss. 5. remainder, rest (of an amount of money). 6. top, upper: en üst kat topmost floor. yokuşun üst yanında on the upper part of the slope. 7. at or about (a certain time): öğle üstü in the early afternoon/ at noon. -te above; on top. -ten 1. from the top, from above. 2. superficially. -ünde/üzerinde /ın/ 1. on, on top of. 2. above, over. 3. on; overlooking or looking out on: cadde üstünde on a main street. Boğaz´ın üstünde overlooking the Bosphorus. 4. more than; over: Ahmet artık kırkın üstünde olmalı. Ahmet must be over forty by now. 5. on, about (a matter, a subject): Bunun üstünde anlaşmalıyız. We ought to come to an agreement about this. 6. on (someone´s consciousness): Onun üstünde büyük bir etki yaptı. It made a big impression on him. 7. on, with: Üstünde para yok mu? Don´t you have any money on you? -üne/üzerine 1. on, on top of: Elbisesinin üstüne sürdü. She rubbed it on her dress. 2. on, on the subject of, dealing with: Kırım Savaşı üstüne bir tez hazırlıyor. She´s preparing a thesis on the Crimean War. 3. on top of, right after: Baklavanın üstüne işkembe çorbası içilir mi? Does one have tripe soup right after one´s eaten baklava? 4. upon (one´s honor, one´s good name): şerefim üstüne upon my honor. 5. better than, superior to: Kendi dalında Ali´nin üstüne yok. Ali´s tops in his field. Senin üstüne yok, vallahi! By George, you take the cake! 6. on (someone´s) account: Rahmi, biraları benim üstüme yaz! Put the beers on my account, Rahmi! -ü açık open at the top. -ünüze/üzerinize afiyet/şifalar/sağlık! May you stay in good health! (said while talking about an illness). -ünden akmak to be plainly evident. -üne/üzerine almak /ı/ 1. to take the responsibility of (doing something), take (something) upon oneself. 2. to take (a remark, an action) as being directed against oneself. -ünden/üzerinden atmak /ı/ to refuse to accept responsibility for. -üne/üzerine atmak /ı, ın/ to impute (a misdeed or crime) to (someone). -üne/üzerine basmak to hit the nail on the head. - baş clothes. -ü başı dökülmek for (one´s) clothes to be in tatters. -üne başına etmek/yapmak 1. /ın/ to curse violently at, give (someone) down the country, give (someone) what for. 2. to defecate in one´s underpants. - başa geçmek to sit with the bigwigs (in a meeting). -üne bırakmak /ı, ın/ to leave (something) for (someone else) to do, leave (someone) with the job of. -üne/üzerine bir bardak (soğuk) su içmek /ın/ colloq. to give up all hope of getting (something that one has lent) back, kiss (something) goodbye. - çıkmak/gelmek to win. -e çıkmak (for someone who´s at fault) to succeed in shifting the blame onto someone else. -ünden/üzerinden dökülmek (for a garment) to be far too big for, swallow (someone). - dudak upper lip. -ünde/üzerinde durmak /ın/ to give (a matter) a lot of thought, spend a lot of time thinking about (a matter); to give (a matter) a lot of attention; to dwell on (a matter). -üne/üzerine düşmek /ın/ 1. to fuss over, make a fuss over, shower attention on (someone). 2. to bother, pester. 3. to throw oneself into (a job), work hard at (a job). -üne/üzerine evlenmek /ın/ to marry again when one already has (someone) as a wife. -üne/üzerine geçirmek/geçirtmek /ı/ 1. to have (a piece of property) registered in one´s own name. 2. to have (an adopted child) registered under one´s own surname, cause (an adopted child) to bear one´s own surname. -ünden geçmek /ın/ slang 1. to *screw, have sex with. 2. to rape. -ünden (... zaman) geçmek (for an amount of time) to pass, elapse (after an event). -üne/üzerine gelmek /ın/ 1. (for someone) to turn up or appear right when (something is being done or discussed). 2. to walk towards (someone) intending (or as if he intends) t

    Saja Türkçe - İngilizce Sözlük > üst

  • 6 üst üste gelmek

    v. lap, overlap

    Turkish-English dictionary > üst üste gelmek

  • 7 верх

    üst yukarı; doruk; liderler
    * * *
    м
    1) ( верхняя часть) üst; yukarı

    верх до́ма — evin yukarısı

    2) ( верхний этаж) yukarı kat
    3) (экипажа, автомашины) üst
    4) ( одежды) yüz
    5) (высшая степень чего-л.) son derece, üst perde; doruk (-ğu)

    верх безу́мия — deliliğin üst perdesi

    он на верху́ сла́вы — şöhretin doruğuna erişti

    6) (верхи́) мн., разг. ( руководящие круги) iş başındakiler; liderler, üst kademedekiler ( руководители); üstler ( начальство)

    совеща́ние в верха́х — doruk / zirve toplantısı

    ••

    по́лная с верхом корзи́на клубни́ки — tepeleme çilek dolu bir sepet

    взять верх над кем-чем-л. — birine, bir şeye üstün gelmek

    одна́ко любопы́тство (в нём) взя́ло верх — fakat merakı ağır bastı

    нахвата́ться верхо́в — derme çatma bilgiler edinmek

    Русско-турецкий словарь > верх

  • 8 overlap

    n. aşma, kaplama, üst üste gelme
    ————————
    v. kaplamak, üstünü örtmek, üstüne gelmek, üst üste gelmek, çakışmak, aşmak
    * * *
    1. örtüş (v.) 2. örtüşme (n.) 3. üstüne bin (v.) 4. üstüne binme (n.)
    * * *
    1. [əuvə'læp] past tense, past participle - overlapped; verb
    (to extend over and cover a part of: The pieces of cloth overlapped (each other).) üstüste gelmek, öpüşmek
    2. ['ouvəlæp] noun
    an overlap of two centimetres.) üstüste gelme

    English-Turkish dictionary > overlap

  • 9 aufeinander

    aufeinander adv: aufeinander abgestimmte Farben birbir(ler)ine uyan renkler;
    aufeinander angewiesen sein -in birbir(ler)ine ihtiyacı var/olmak;
    aufeinander folgen art arda gelmek;
    aufeinanderlegen üst üste koymak;
    an drei aufeinander folgenden Tagen art arda üç gün içinde;
    aufeinander prallen çarpışmak;
    aufeinander stoßen çakışmak, üst üste gelmek;
    aufeinander treffen rastlaşmak, bir araya gelmek

    Deutsch-Türkisch Wörterbuch > aufeinander

  • 10 overpass

    n. üst geçit, yukarıdan geçen yol
    ————————
    v. görmemezlikten gelmek, üstünden geçmek
    * * *
    üst geçit
    * * *
    (a bridge-like part of a road etc which passes over another road, a railway etc.) üst geçit

    English-Turkish dictionary > overpass

  • 11 face

    n. ön, yüz, çehre, surat, sima, hal, tavır, eda, yüz ifadesi, görünüş, şekil, biçim, yüzey, üst taraf, cephe, önyüz, resimli taraf, kadran, onur, itibar
    ————————
    v. bakmak, göğüs germek, karşı olmak, yönelmek, dönmek, yüzünü dönmek, yüz yüze gelmek, kaplamak, karşı karşıya gelmek, karşı koymak, karşı çıkmak, göze almak, katlanmak, yüzleşmek, astarlamak, kaplama yapmak
    * * *
    1. bak (v.) 2. yüzey (n.) 3. yüzyüze gel (v.) 4. yüz (n.)
    * * *
    [feis] 1. noun
    1) (the front part of the head, from forehead to chin: a beautiful face.) yüz
    2) (a surface especially the front surface: a rock face.) yüzey
    3) (in mining, the end of a tunnel etc where work is being done: a coal face.) yüz, alın
    2. verb
    1) (to be opposite to: My house faces the park.)...-e bakmak
    2) (to turn, stand etc in the direction of: She faced him across the desk.) dönmek, çevirmek
    3) (to meet or accept boldly: to face one's fate.) cesaretle karşılamak
    - - faced
    - facial
    - facing
    - facecloth
    - facelift
    - face-powder
    - face-saving
    - face value
    - at face value
    - face the music
    - face to face
    - face up to
    - in the face of
    - lose face
    - make/pull a face
    - on the face of it
    - put a good face on it
    - save one's face

    English-Turkish dictionary > face

  • 12 conspire

    plan yapmak, komplo kurmak; (olaylar) bir araya gelmek, birlesmek, üst üste gelmek

    English to Turkish dictionary > conspire

  • 13 cross

    adj. çapraz, çaprazlama, kesişen, karşıt; aksi, kızgın, dargın; hilekâr, düzenbaz
    ————————
    n. artı işareti, haç, çapraz; dert; melez; hile; dörtyol ağzı
    ————————
    v. çaprazlaştırmak; üst üste atmak, çapraz çizgiler çizmek, haç işareti yapmak; kesişmek; karşılaşmak; darılmak; geçmek; melezlemek; engellemek; bozmak
    * * *
    1. çarpı (n.) 2. geç (v.) 3. çapraz (adj.)
    * * *
    [kros] I adjective
    (angry: I get very cross when I lose something.) kızgın; dargın
    II 1. plural - crosses; noun
    1) (a symbol formed by two lines placed across each other, eg + or x.) çarpı (x) veya artı (+) işareti
    2) (two wooden beams placed thus (+), on which Christ was nailed.) çarmıh
    3) (the symbol of the Christian religion.) haç, istavroz
    4) (a lasting cause of suffering etc: Your rheumatism is a cross you will have to bear.) dert, ıstırap
    5) (the result of breeding two varieties of animal or plant: This dog is a cross between an alsatian and a labrador.) melez, kırma
    6) (a monument in the shape of a cross.) haç şeklinde abide
    7) (any of several types of medal given for bravery etc: the Victoria Cross.) haç şeklinde madalya
    2. verb
    1) (to go from one side to the other: Let's cross (the street); This road crosses the swamp.) (karşıdan karşıya) geçmek
    2) ((negative uncross) to place (two things) across each other: He sat down and crossed his legs.) (kolları/bacakları) kavuşturmak, üst üste atmak
    3) (to go or be placed across (each other): The roads cross in the centre of town.) kesişmek, birleşmek
    4) (to meet and pass: Our letters must have crossed in the post.) karşılaşmak
    5) (to put a line across: Cross your `t's'.) üstüne çaprazlama çizgi çekmek
    6) (to make (a cheque or postal order) payable only through a bank by drawing two parallel lines across it.) yanyana iki çizgi çekmek
    7) (to breed (something) from two different varieties: I've crossed two varieties of rose.) melez cins üretmek
    8) (to go against the wishes of: If you cross me, you'll regret it!) karşı gelmek
    - crossing
    - crossbow
    - cross-breed
    - cross-bred
    - crosscheck
    3. noun
    (the act of crosschecking.) sağlama yapma
    - cross-country skiing
    - cross-examine
    - cross-examination
    - cross-eyed
    - cross-fire
    - at cross-purposes
    - cross-refer
    - cross-reference
    - crossroads
    - cross-section
    - crossword puzzle
    - crossword
    - cross one's fingers
    - cross out

    English-Turkish dictionary > cross

  • 14 lap

    n. kucak, dizüstü etek, etek, halat, ip, tur, etap, kat, köpek maması (sulu), şapırtı, dalga sesi
    ————————
    v. sarmak, dolamak, örtmek, üstüne koymak, üst üste gelmek, tur yapmak, yalayarak içmek, şapır şupur içmek, şapırdatmak, oburca yemek, yalayıp yutmak
    * * *
    1. yarışı tamamla (v.) 2. kucak (n.)
    * * *
    I [læp] past tense, past participle - lapped; verb
    1) (to drink by licking with the tongue: The cat lapped milk from a saucer.) (diliyle) (yalayıp) içmek
    2) ((of a liquid) to wash or flow (against): Water lapped the side of the boat.) şıp şıp etmek, yalamak
    II [læp] noun
    1) (the part from waist to knees of a person who is sitting: The baby was lying in its mother's lap.) kucak
    2) (one round of a racecourse or other competition track: The runners have completed five laps, with three still to run.) etap, tur
    - the lap of luxury

    English-Turkish dictionary > lap

  • 15 rally

    n. toplanma, toparlama, toplantı, miting, ralli, araba yarışı, yeniden yükselme, üst üste birkaç vuruş (tenis)
    ————————
    v. toplamak, toparlamak, canlandırmak, harekete geçirmek, iyileşmek, toparlanmak, toplanmak, yardımına koşmak, yeniden güç kazanmak, yeniden yükselmek, kafa bulmak, takılmak
    * * *
    1. bir araya getir (v.) 2. toplama (n.)
    * * *
    ['ræli] 1. verb
    1) (to come or bring together again: The general tried to rally his troops after the defeat; The troops rallied round the general.) topla(n)mak
    2) (to come or bring together for a joint action or effort: The supporters rallied to save the club from collapse; The politician asked his supporters to rally to the cause.) bir araya gelmek/getirmek
    3) (to (cause to) recover health or strength: She rallied from her illness.) iyileşmek, toparlanmak
    2. noun
    1) (a usually large gathering of people for some purpose: a Scouts' rally.) toplantı, miting
    2) (a meeting (usually of cars or motorcycles) for a competition, race etc.) yarış, ralli
    3) (an improvement in health after an illness.) düzelme, toparlanma
    4) ((in tennis etc) a (usually long) series of shots before the point is won or lost.) ard arda vuruşlar

    English-Turkish dictionary > rally

  • 16 run

    adj. kaçak
    ————————
    n. koşu, koşma, yarış, sefer, seyir, gezinti, kaçamak, talep, kaçık, çorap kaçığı, rağbet, otlak, kümes bahçesi, verim, gösterim, süre, devam süresi, sürü, balık sürüsü, çoğunluk, maden damarı, dere, çay, akış
    ————————
    v. koşmak, kaçmak, tabanları yağlamak, geçip gitmek, yarışmak, yarışa katılmak, aday olmak, adaylığını koymak, gitmek (gemi), sürü halinde gitmek, işlemek, gidip gelmek (arasında), akmak, geçmek, uzanmak, sızmak, erimek, geçerli olmak, yürürlükte olmak, koşarak geçmek, aday göstermek, çarpmak, koşturmak, otlatmak, işletmek, çalıştırmak, yönetmek, kullanmak, sürmek, yayınlamak, taşımak, kaçakçılığını yapmak, göstermek (film), oynatmak
    * * *
    1. çalıştır 2. çalış (v.) 3. koşu (n.)
    * * *
    1. present participle - running; verb
    1) ((of a person or animal) to move quickly, faster than walking: He ran down the road.) koşmak
    2) (to move smoothly: Trains run on rails.) gitmek, çalışmak
    3) ((of water etc) to flow: Rivers run to the sea; The tap is running.) akmak, dökülmek
    4) ((of a machine etc) to work or operate: The engine is running; He ran the motor to see if it was working.) çalışmak, işlemek
    5) (to organize or manage: He runs the business very efficiently.) yönetmek, idare etmek
    6) (to race: Is your horse running this afternoon?) yarışmak, koşmak
    7) ((of buses, trains etc) to travel regularly: The buses run every half hour; The train is running late.) çalışmak, işlemek
    8) (to last or continue; to go on: The play ran for six weeks.) sürmek, oynamak
    9) (to own and use, especially of cars: He runs a Rolls Royce.) kullanmak, sürmek
    10) ((of colour) to spread: When I washed my new dress the colour ran.) çıkmak, boya vermek
    11) (to drive (someone); to give (someone) a lift: He ran me to the station.) (arabasıyla) götürmek
    12) (to move (something): She ran her fingers through his hair; He ran his eyes over the letter.) dolaştırmak, gezdirmek
    13) ((in certain phrases) to be or become: The river ran dry; My blood ran cold (= I was afraid).) olmak
    2. noun
    1) (the act of running: He went for a run before breakfast.) koşma, koşu
    2) (a trip or drive: We went for a run in the country.) gezi, dolaşma
    3) (a length of time (for which something continues): He's had a run of bad luck.) süre, dönem
    4) (a ladder (in a stocking etc): I've got a run in my tights.) kaçık
    5) (the free use (of a place): He gave me the run of his house.) kullanma
    6) (in cricket, a batsman's act of running from one end of the wicket to the other, representing a single score: He scored/made 50 runs for his team.) sayı
    7) (an enclosure or pen: a chicken-run.) çevrili açık alan
    - running 3. adverb
    (one after another; continuously: We travelled for four days running.) üst üste
    - runaway
    - rundown
    - runner-up
    - runway
    - in, out of the running
    - on the run
    - run across
    - run after
    - run aground
    - run along
    - run away
    - run down
    - run for
    - run for it
    - run in
    - run into
    - run its course
    - run off
    - run out
    - run over
    - run a temperature
    - run through
    - run to
    - run up
    - run wild

    English-Turkish dictionary > run

  • 17 überschneiden

    überschneiden v/r <unreg, o -ge-, h>: sich überschneiden çakışmak, üst üste gelmek; Linien kesişmek

    Deutsch-Türkisch Wörterbuch > überschneiden

  • 18 eşik

    eşik <- ği> Schwelle f (a fig); MUS Steg m; Stromschnelle f;
    üst eşik (Tür) Sturz m;
    -in eşiğini aşındırmak jemandem die Tür einrennen;
    -in eşiğine gelmek (oder yüz sürmek) jemanden beschwören, anflehen

    Türkçe-Almanca sözlük > eşik

  • 19 rastlaşmak

    vi
    1) ( birbiriyle karşılaşmak) zusammentreffen
    2) ( üst üste gelmek) zusammentreffen

    Sözlük Türkçe-Almanca kompakt > rastlaşmak

  • 20 aufeinander

    aufeinander [aʊfaı'nandɐ] adv
    1) ( räumlich) üst üste
    2) ( zeitlich) birbiri;
    \aufeinander folgen birbirini izlemek, ardından gelmek;
    \aufeinander folgend birbirini izleyen, ardışık
    3) ( gegen) birbirine

    Wörterbuch Deutsch-Türkisch Kompakt > aufeinander

См. также в других словарях:

  • üst — is. 1) Bir şeyin yukarı, göğe doğru olan yanı, fevk, alt karşıtı Köyün üst tarafında, saman, taş ve yangın arasında, üstü sazlarla örtülmüş bir kulübenin önünde ateş yanıyor. H. E. Adıvar 2) Bir şeyin görülen yanı, yüzü Bu sefer taşın üstünden… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • üst çıkmak (veya gelmek) — yenmek …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • gümbürtü gaşa gelmek — işlerin üst üste gelerek sıkışması …   Beypazari ağzindan sözcükler

  • baş — 1. is., anat. 1) İnsan ve hayvanlarda beyin, göz, kulak, burun, ağız vb. organları kapsayan, vücudun üst veya önünde bulunan bölüm, kafa, ser Sağ elinin çevik bir hareketiyle başındaki tülbendi çekip aldı. N. Cumalı 2) Bir topluluğu yöneten kimse …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • sırt — is., anat. 1) Omurgalı veya omurgasız hayvanlarda boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan üst bölüm Arabacı katırın sırtına binmiş. F. R. Atay 2) anat. İnsanlarda boyundan bele kadar uzanan üst bölüm, göğüs karşıtı 3) Kesici araçların kesmeyen… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • dudak — is., ğı 1) Ağzın, dişleri örten ve dışarıya doğru az veya çok kıvrılan üst ve alt kenarlarından her biri Birdenbire kavalı dudaklarına götürdü ve üfürmeye başladı. H. E. Adıvar 2) mec. Ağız Eve dudağınızda bir şarkı ile dönüyorsunuz. H. Taner… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • yan — is. 1) Bir şeyin ön, arka, alt ve üst dışında kalan bölümü Yolcuların girdiği iskele yanından kendini denize attı. M. Ş. Esendal 2) Sağ ve solun ortak adı, yön, taraf, cihet Yaşlı garson yanımıza geldi. Y. K. Karaosmanoğlu 3) Yer 4) Üst 5)… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • burun — is., rnu, anat. 1) Alınla üst dudak arasında bulunan, çıkıntılı, iki delikli koklama ve solunum organı 2) Bazı şeylerin ön ve sivri bölümü Kadıköy vapurunun güvertesinde, paltoma bürünmüş, gidip ta burna oturmuştum. H. Taner 3) mec. Kibir,… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • çakışmak — le 1) Birbirine geçip kenetlenmek, takılmak 2) nsz Aynı zaman dilimine denk gelmek İki sınıfın dersleri çakıştı. 3) nsz, hlk. Söz yarışı etmek Saz şairleri çakışıyor. 4) mat. Doğru, açı, yüzey vb. geometrik biçimler üst üste konulduklarında… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • diz — is., anat. 1) Kaval, baldır ve uyluk kemiğinin birleştiği yer Köşeye yaslanmış, bir dizini altına almış, öteki dizini dikmiş, kolunu da uzatmış, anlatıyordu. M. Ş. Esendal 2) Oturulduğunda uyluğun üst yanı Birleşik Sözler diz ağırşağı diz bağı… …   Çağatay Osmanlı Sözlük

  • durağanlaşmak — nsz Durağan duruma gelmek Yenilikler, yıllarca üst üste durağanlaşmış toplumların yaşamına ekleniyordu. A. Boysan …   Çağatay Osmanlı Sözlük

Поделиться ссылкой на выделенное

Прямая ссылка:
Нажмите правой клавишей мыши и выберите «Копировать ссылку»